Kitap Önerisi: Kendini Arayan İnsan, Rollo May

Kitap Önerisi: Kendini Arayan İnsan, Rollo May

Sırada en sevdiğim kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak var. Üstad Rollo May olmak üzere bütün hümanist psikologlara selamlar! Bugün sizlere Rollo May’in ünlü kitabı ‘‘Kendini Arayan İnsan’’ hakkında kısa bir değerlendirme yazısı yazacağım. İlk olarak kitabın içeriğinden bahsedeceğim, daha sonra eleştirilebilecek konulardan en son da kısaca özet ve bazı özdeyişlerle bitireceğim. Umarım keyifle okursunuz.

  1. Modern İnsanın Yalnızlığı ve Endişesi

İlk olarak bir soruyla başlamak istiyorum. Günümüz insanının en büyük içsel sorunları nelerdir? İçinde bulunduğumuz çağda insanlar psikolojik bozuklukları, mutsuzluk, evlilik ya da meslek seçimi konusundaki kararsızlıklar, hayata dair genel umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi çeşitli belirtilerle tanımlanabilir. Peki bu belirtilerin altında yatan şey nedir? Klinik çalışmaların yanı sıra psikoloji ve psikiyatri alanındaki deneyimlere dayanarak yirminci yüzyılın en büyük sorunu ‘boşluk duygusu’ olduğunu belirtmek şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların salt ne istediklerini bilmemeleri değil de ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmadığı kastediliyor. Danışanları destek almaya sevk eden şey ise duygusal ilişkilerinin sürekli ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarının bir türlü gerçekleştirememeleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi gibi şikayetler olabilir. Genelde ne istemeleri gerektiği hakkında rahatça konuşabilen bireyler kısa sürede anlattıkları şeylerin kendi istekleri değil de başkalarının onlardan beklentileri olduğu kanısına varıyorlar. Birinin de dediği gibi ‘‘İnsanların benden beklentilerini yansıtan bir aynalar toplamından ibaretim.’’ Peki gerçekten bundan ibaret miyiz?

Belki kimi okurlar bu boşluğun, hissedilen yahut istenenlerin bilinmeyişinin bir belirsizlikler çağında yaşamamıza bağlı olduğunu düşünüyordur. Fakat bu yüzeysel bir tanım olurdu çünkü sorunlar onları işaret eden durumlardan çok daha derinde yatmaktadır. Bundan on yahut yirmi yıl önce orta sınıf tarafından daha geniş çapta hissedilmeye başlanan boşluk duygusuna banliyö hastalığı gözüyle bakılıyordu. Peki bu boşluk duygusunun kökeni nedir? Boşluk duygusu insanların hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz hissetmelerinden kaynaklanmaktadır. Çağımızı hassas bir şekilde inceleyenler bu gelişimi önceden kestirmişlerdi. Erich Fromm’un da dediği gibi günümüz insanları artık  ahlaki kuralların yetkesi altında değil de kamuoyu gibi ‘‘anonim otoritelere’ bağlı olarak yaşamaktadırlar.

Modern insanın bir başka özelliği de yalnızlıktır. Yalnızlık çoğu insan için öylesine güçlü ve acı verici bir tehdittir ki tek başına olmanın pozitif yanlarını algılayamazlar ve yalnız kalma ihtimalinden korkarlar. Bunun daha temel nedeni ise insanın birey olma deneyimini yalnızca kendini başka insanlarla ilişkilendirdiğinde yaşaması ve yalnız kaldığında bu birey olma deneyimini yitirmekten korkmasıdır. Yalnızlık hissinin bir başka önemli nedeni ise toplumumuzun sosyal kabul görmeye verdiği değerdir. Satıcının Ölümü’nde ‘‘Beğenilin’’ diye öğütler Willie Lomanoğulları’na: ‘‘Başka hiçbir şeye ihtiyacınız kalmaz!’’ Elbette insanlar her çağda yalnızlıktan korkup ondan kurtulmaya çalışmışlardır. Bundan yüz yıl önce Kierkegaard kendi çağıyla ilgili şunları yazmıştır: ‘‘Nasıl ki Amerika’nın ormanlarında vahşi hayvanları uzak tutmak için meşaleler, çığlıklar ve zil seslerine başvuruluyorsa insanlar da yalnızlığa dair düşünceleri uzaklaştırmak için çeşitli oyalayıcılar ve gürültülü teşebbüslerin Yeniçeri marşlarına başvurmaktadırlar.’’ Yani, yalnızlık korkusunun altında yatan korku ölüm korkusu olabilir.

Modern insanın bir diğer özelliği olan endişe, boşluk ve yalnızlıktan çok daha temeldir. Rollo May’in daha önceki kitabında da belirttiği gibi yaşadığımız yüzyılda, ortaçağın çöküşünden bile daha derin bir endişe içindeyiz. Sürekli bir yarı endişe hali içinde yaşamayı öyle kanıksamışız ki, yüzleştiğimiz asıl tehlike gözlerimizi bir devekuşu gibi toprağa gömmek. Uluslar dayanılmaz bir ekonomik talep sürecine girdiğinde ve hem psikolojik hem de tinsel anlamda içleri boşaltıldığında totalitarizm oluşan bu boşluğu doldurur ve insanlar artık hal alan endişeden kurtulmak için özgürlüklerini satmaya hazırdırlar. Bireysel endişemizin yüzeyinin altına baktığımızda bunun savaş ve ekonomik belirsizlikten daha derin bir nedeni olduğunu görebiliriz. Endişeliyiz çünkü hangi rolü üstleneceğimizi, hangi ilkelere inanacağımızı bilmiyoruzdur. Bireysel endişemiz de tıpkı ulusumuzun endişesi gibi nereye gittiğimizi bilmemenin yarattığı şaşkınlık ve karmaşanın bir sonucudur. Fakat endişenin aynı zamanda bir çatışmanın işareti olduğunu da kendimize hatırlatmakta fayda vardır ve çatışmalar sürdüğü sürece yapıcı bir çözüm her zaman olasıdır.

Diğer okurlar farklı bir soru yöneltebilirler: ”Psikolojik destek almaya gelen insanların içi boş ve anlamsız hissettikleri doğru olabilir, ama bunlar çoğunluk için geçerli sayılamayacak sinirsel sorunlar değil mi?” Buna yanıt olarak psikoterapist ve psikanalistlerin muayenehanelerine gelen kişilerin nüfusun tamamını temsil eden bir kesit olmadığını belirtmeliyiz. Genelde bu kimseler toplum tarafından kabul gören alışılagelmiş bahane ve savunmaların işe yaramadığı kişilerdir. Sıklıkla toplumun daha duyarlı ve yetenekli bireyleridirler. Bununla birlikte, modern insanın içsel boşluğuna yalnızca psikolog ve psikanalistlerin muayenelerinde rastlamıyoruz. David Riesman da Yalnız Kalabalık adlı kitabında günümüz Amerikan bireyine dair yaptığı analizde aynı boşlukla karşılaşıyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde diyor Riesman, tipik Amerikan bireyi ”içe yönelimliydi”. Şimdi ise dışa yönelimli yani göze çarpmak değil uyum sağlamak istiyor, kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla dolaşıyor gibi. Bu kadar dürtü ve talimatları başkalarından alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı olarak tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor ama seçim yapamıyor, kendine özgü etkin bir dürtüsü yok.

 

          Özet

Bir tüberküloz hastası için ateş yüksek olduğu sürece umut vardır; fakat hastalığın son evrelerinde beden pes ettiğinde ateş düşer ve hasta ölür. Benzer şekilde, birey ve ulus olarak günümüzde karşılaştığımız güçlüklerin üstesinden gelme umudumuz yittiğine işaret edecek tek şey umursamazlığa teslim olarak endişemizle yapıcı bir şekilde yüzleşmeyi beceremeyişimiz olur. O halde görevimiz kendimize dair algımızı güçlendirip çevremizdeki karmaşa ve şaşkınlığa rağmen ayakta durmamızı sağlayacak içsel güç merkezlerimizi bulmaktır.

 

 

 

 

 

Latest posts by Uzman Psikolog İlayda Tüter (see all)

Bir cevap yazın